4 Temmuz 2017 Salı

"DEMOKRAT PARTİ, CHP’NİN MALLARINA EL KOYDU YALANI" H.Emre OKTAY (*) hüdâyî-nâbit tarihçi nam Sinan MEYDAN'a cevap, tekzip, tenzih ve reddiye!...

DP, CHP’NİN MALLARINA EL KOYDU YALANI!..
Hasan Emre OKTAY (*)
27 MAYIS 1960 DARBESİ FELAKETİ ÖNCESİ, DARBEYE BAHANE AMACIYLA UYDURULAN YALANLARI TEKRAR TEZGÂHLAYARAK NE CELAL BAYAR’I NE ADNAN MENDERES’İ TÜRK HALKININ GÖNLÜNDEN ALAMAZSINIZ!
27 Mayıs yargılanmalıdır, diye defaatle söyledik, uyardık, rica ettik ama ne yazık ki, bu güne kadar bu yargılama yapılmadı. Sonuçta birçok darbe cinayeti cezasız kaldı ve tarihten yeteri kadar ders alınmamış oldu. Nitekim 27 Mayıs 1960 darbesi felaketine sebep olan, daha doğrusu bu harekâtı askere yaptırabilmek için uydurulmuş veya çarpıtılmış birçok yalan anlatım, darbeden 57 sene sonra, günümüzde tekrar tezgâha konmaya çalışılıyor. Amaç ne olabilir? Rahmetli Menderes’in dehşet verici acı akıbetine sebep olan darbeci ve şakşakçılarını aklamak mı? Bunlar zaten yargılanmadılar, ona rağmen bir de aklanacaklar mı? Biz 27 Mayıs mağdurları zaten işi İlahi Adalete bıraktık ve görüyoruz ki, İlahi Adalet sabırla, ince ince işini yapıyor. Nitekim 27 Mayıs darbesini yaptıran CHP, 27 Mayıs’tan sonra, birkaç darbe sonrası dönem hariç bir daha iktidar yüzü göremedi. O iktidarlar da zaten darbecilerin atamasıyla gerçekleştirilmiştir. Ecevit, İsmet İnönü’yü kendi partisi içinde devirdi, siyaset hayatının dışına iteledi. Ecevit bizzat kendisi CHP isminden kaçtı ve DSP’yi kurdu, böylece başarılı oldu. 
Daha önceki yazımızda da vurgulamıştık, darbeciler, dönemin üniversite profesörlerini ve CHP’yi kullanarak darbelerini öven, kendilerini kerameti kendi uydurdukları yalanlarından menkul birer devrimci olarak lanse eden; Bayar, Menderes ve DP’yi aşağılayan, horlayan, suçlayan, hatta hain ilan eden konuları içeren dersleri okul ders kitaplarına koydular ve bu dersler 20 sene, 27 Mayıs’ın açtığı yoldan giden başka bir darbe ekibinin kaldırmasına kadar, okullarda okutuldu. Bir neslin adeta beyni yıkandı ve bu haksız uygulamaya, kendilerini hiç seçilmeden ömür boyu mebzul maaşlar ve bellerinde tabancaları ile Tabii Senatör olarak Meclis’e yerleştiren darbeci MBK’cılar yüzünden olsa gerek kimse ses çıkaramadı. Ancak 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Kenan Evren ve arkadaşları 27 Mayısçıların sözde bayramı ‘Hürriyet ve Anayasa Bayramını’ kaldırdılar, Tabii Senatörlüğü kaldırdılar ve 27 Mayıs’ı öven, Menderes’i kötüleyen dersleri ders kitaplarından çıkardılar. Ancak olan oldu, bir nesil adeta bir tür algı operasyonundan geçirildi. Sinan Meydan da ya bu taraflı öğretilerin etkisinde ya da 27 Mayıs darbecisi bir aileden gelmiş olmalı ki, inatla 27 Mayıs dönemi yalanlarını gerçek gibi anlatmaya, Yassıada’da, İmralı’da öldürülen insanları suçlamaya devam ediyor. Ben tamamen manevi kaygılarla kendisine, tekrar cevap yazma ihtiyacını duydum. Zira esas kaygım bu yazıları okuyarak yanılanların olma ihtimaldir. Çünkü Sinan Meydan profesyonel olabilir, bu işten para kazanıyor olabilir. Niye vaz geçsin ki?
İşe önce ‘CHP’nin mal varlıklarına Menderes ve ekibi tarafından el konulması yalanı ile başlayalım. Bu, gerçekle uzak yakın ilgisi olmayan öyle bir çarpıtma ki, bilinçli yapıldığına şüphe yok. Olay şöyle cereyan etmiştir,
“1935 yılında yapılan CHP’nin 4. Büyük Kurultayında Türkiye Cumhuriyetinin bir parti devleti olduğu açıklanmış. Yani parti-devlet-hükümeti fiilen birleştirilmiştir. Bu durumda Dâhiliye Vekili olan partili, aynı zamanda CHP Genel Sekreteri olacak ve illerde de CHP il başkanları aynı zamanda vali oluyordu. 1937 yılında da CHP’nin 6 ilkesi, Anayasa’ya giriyor, böylece partinin ilkeleri aynı zamanda devletin ilkesi oluyordu… Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de ölümünden sonra da İsmet İnönü CHP’nin değişmez genel başkanı ve ebedi şef Atatürk’e nazire gibi bir de milli şef unvanlarını alarak ülkenin tek hâkimi oldu. Bu durum sizi hiç etmemiş olsa gerek ki, tek kelime şikâyet yok. İnönü döneminde Türkiye’de ciddi bir sefalet varken, devlet-parti birlikteliği uygulaması kuvvetlenerek devam etti. İkinci Dünya Savaşı demokrasiyi ve liberalizmi savunan devletlerin galibiyetiyle bitti. ABD, İngiltere, Fransa gibi çok partili demokrasi ile yönetilen ülkeler dünya siyasal konjonktüründe söz sahibi olmuşlardı. Tek parti Nasyonal Sosyalimi ile yönetilen Almanya ve Faşist İtalya mağluplar safında yer almışlardı. Galipler arasında bir Rusya SSCB rejimine geçmiş ve yayılmacı politikalar izliyordu. SSCB’nin Türkiye’den toprak istemesi (Kars, Ardahan) ve Boğazların yönetimine karakollarla katılma talepleri ve ayrıca ülkedeki açlık seviyesindeki ekonomik yetersizlik, Türkiye’deki Tek Parti CHP, Milli Şef yönetimini ister istemez Kuzey Atlantik Paktına (daha sonra NATO) çekti. Bu ülkelerin de yardım için tek şartı, çok partili gerçek demokrasiye geçilmesidir. Ve böylece önce Milli Şef’lik, sonra değişmez parti genel başkanlığı uygulamaları kaldırıldı. Sonra da çok partili hayata geçildi. Yani birilerinin dediği gibi, ‘İnönü, DP’ye demokrasiyi altı tepside ikram etmedi’ Çok partili hayata geçmek bir zorunluluk haline gelmişti.
Gerçek uygulamada, yani çok partili demokratik yaşam 14 Mayıs 1950’de DP genel seçimleri kazanınca başladı. Artık parti-devlet birlikteliği gibi anti demokratik bir konsept söz konusu olmazdı. Çünkü birden fazla parti siyasi yaşam içinde yer almaktaydı. Halk hangi partiyi seçerse iktidar o partiye geçecekti. DOĞAL OLARAK DEVLETİN MALI DEVLETİN, PARTİNİN MALI PARTİNİN OLMALIYDI. Ancak bu adil düzene geçilmesi için CHP herhangi bir girişimde bulunmadı. CHP’nin genel merkez olarak kullandığı eski TBMM binası dahil, halk evleri, halk odaları taşınmazları hala CHP’nin envanterinde bulunuyor ve CHP tarafından kullanılıyordu. BAKIN TEK PARTİ DÖNEMİ BİTTİĞİ HALDE, DİYORUM… Halk evleri, Atatürk devrimlerinin halka anlatılması gibi bir amaçla kurulmuştu. Ama bu kurumlar, 1938’den sonra tek parti sisteminin eli kulağı, denetim mekanizması haline dönüşmüştü. CHP yöneticileri, halkevlerinin siyaset dışı bir kurum olduğunu söyleseler de bu kurumlar daha çok CHP toplantılarına sahne oluyor, dolayısıyla CHP’nin yan kuruluşu görüntüsünü veriyordu. Bu yüzden genel anlamda halk, halkevlerinden uzaklaşmaya başlamıştı. CHP’nin muhalefete geçmesiyle de halkevleri masrafları önemli bir sorun olmaya başlamıştı.
9 Ağustos 1951 tarihinde DP Hükümeti Meclise bir tasarı verdi. “HALKEVLERİNİN VE BAZI HALK PARTİSİ GAYRİMENKULLERİNİN HAZİNEYE İADESİ HAKKINDAKİ KANUN”
Bu kanun teklifi TBMM’de oylanmış, Meclis’te bulunan 365 milletvekilinden 362’sinin oyuyla yasa haline gelmiş, 11 Ağustos 1951 tarihli resmi gazetede yayımlanmış ve yürürlüğe girmiştir. Bu yasa sonucunda doğal olarak CHP’nin kullandığı, fakat devlete ait olan halkevleri, halkodaları binaları, malları HAZİNEYE İADE EDİLİR. Ayrıca önemli bir noktayı da yeri gelmişken belirtelim, halkevlerinin kuruluşunun zaten bir yasayla değil, bir talimatname ile yapılmış olması, hazineye devirlerini kolaylaştıran bir etken olmuştur.
O zaman Başvekil olan rahmetli Adnan Menderes, tek parti döneminde, halkevleri müfettişliği görevinde bulunduğu için, bu kuruluşların yapısını çok iyi bilmekte idi. Günümüzde unutulmuş olan bir tehlike enternasyonal komünizm tehlikesi, 1950 yıllarında servet düşmanlığı, kızıl politikalar yüzünden tüyleri diken diken ediyordu. SSCB’nin yayılmacı politikaları için kullandığı yer altı faaliyetleri, kendi rejiminin propagandası; sosyo-ekonomik seviyesi düşük olan bölgelerdeki halkevleri gibi ortamlarda, tıpkı köy enstitülerinde de olduğu gibi, kolaylıkla yeşerebiliyordu. Gerçi aynı tür kuruluşları bir zamanlar faşistler de kullanmışlardır. Bu gün açık seçik görüyoruz ki, FETO yapılanması için böyle yerlerin de ideal ortamlar olduğu, dershaneler olayıyla ortaya çıkmıştır. Rahmetli Menderes halkevleri ile ilgili Meclis’te şu sözleri sarf etmiştir.
“Halkevleri, halkodaları kurmak, gençlik teşkilatını ele almak faşistvari telakki ve düşüncelerin mahsulüdür. Bunlar içtimai bünyemiz içinde tamamıyla abes, geri ve yabancı uzuv halindedirler. Halkevleri içi boşalmış, tarihe karışmış maksatsız birer varlık halinde idiler. Bunlar partileri için birer utanma konusu teşkil ediyorlardı…”
Sinan Bey gerçek ne kadar farklı değil mi? Siz Halk Partili Şevket Süreyya Aydemir’i okurken birkaç tane de DP’li yazarın kitaplarını da okumalıydınız. Akademisyen olduğunuza göre, bunu yapmanız gerekmez miydi?  CHP’nin kullanmakta olduğu devlet mallarının, hazineye iadesi tek parti döneminde olmamıştır. 1951 yılında çok partili hayata geçildikten sonra olmuştur ve bu işlem tam bir adalettir. Örneğin eski Meclis binası, 1927’ye kadar TBMM olarak kullanılan söz konusu bina Meclis’in aynı caddede, biraz aşağısındaki bir binaya taşınmasıyla boşalmıştı. Aynı yıl ‘İlk Meclis’ diye anılan bu bina boşaltıldıktan sonra CHP Genel Merkezi olarak kullanılmaya başlandı. DP ise 1947 yılından itibaren binanın hazineye intikal edilmesini istemekteydi. Ama CHP bunu yapmadı. Esas eleştirilecek olan bu değil mi? DP 1951 yılında binanın hazineye intikalini gerçekleştirdikten sonra, DP Niğde Milletvekili rahmetli Halil Nuri Yurdakul’un TBMM’ne verdiği ve kabul edilen yeni bir kanun tasarısıyla bu bina ‘İnkılap Müzesi’ olarak kullanılmaya başlandı.    
1953 yılına gelindiğinde hala birçok kamu binası CHP’nin kullanımındaydı. Bu konuda Meclis’te şiddetli tartışmalar olmuştur. Burada önemli olan CHP KULLANIMINDA OLAN DEVLET TAŞINMAZLARININ DP’YE DEĞİL HAZİNEYE İNTİKALİNİN YAPILMASIDIR. Can alıcı nokta burasıdır. Devlet mali devlete iade edilmiştir. Bu konuda DP bakanlarından Samet Ağaoğlu’nun şu sözleri dikkat çekicidir,
“Demokratik rejimlerde bütün partiler aynı haklara sahiptirler. Hiçbir parti diğerinden daha imtiyazlı bir durumda olamaz. Halk Partisinin ise senelerce devlet bütçesinden beslenmesi suretiyle diğer partilere karşı imtiyazlı bir durumu görülmektedir. DP halkın teberruları ve aidatları ile yaşamak için çırpınırken, Halk Partisi oturduğu milyonlar üzerinde böyle bir ihtiyaç duymamaktadır. Eğer hazineden alınan paralar, tekrar hazineye iade olunursa iki parti de aynı seviyede bulunacak, her ikisi de faaliyet göstermek için vatandaş teveccühüne istinat edecektir…”
Konuyla ilgili Menderes’te şu sözleri sarf etmiştir. Meclis kayıtlarında bulabilirsiniz,
“Millet, hazineden alınan malların hazineye intikalini istiyor. Milletin arzusu budur. Milletin arzusu yerine getirilmelidir. Memleketi senelerce çiftlik gibi kullanarak hazinenin paralarını partilerine aktaranlardan bir hesap sormuyoruz. Devri Sabık yaratmamak için onların bu suçlarına bir şey demiyoruz. Sadece hazineden alınan malları yine hazineye iade etmek istiyoruz. Hatta ellerinde mevcut olanları istiyoruz. Şimdiye kadar yedikleri milyonlara ait bir hesap sormuyoruz…”
CHP grubundan Şemsettin Günaltay Menderes’e cevap veriyor.
“DP meçhul bir akıbete doğru gidiyor. Eğer bu tasarı kanunlaşırsa neticeleri çetin olacaktır…”
Oylama başlamadan İnönü aşağıdaki konuşmayı yapar ve oylama esnasında CHP Meclis’i terk eder,
“Bu kanun tasarısı ruhuyla, metniyle, her türlü usulü ile Anayasa’ya aykırıdır. Bu tasarı hukuk prensiplerine, insan haklarına, Cumhuriyetin itibarına kastetmek hareketidir. Bu kanun tasarısı iktidar başında bulunanların TBMM’ne karşı bir zorlama teşebbüsüdür… Biz hukuk dışı rejimin kurulmasıyla karşı karşıyayız. Açıktan tatbikata başlanan bu yeni rejimle vatandaş sorgusuz müdafaasız mahkûm edilmektedir. Tarih kürsüsünden halinizi seyrediyorum, suçluların telaşı içindesiniz…”
Sinan Bey bütüne bakınca anlam ne kadar değişiyor değil mi? İnönü’nün bu sözleri öfkeyle sarf edilmiştir. Zira hazinenin mallarını hazineye iade etmek istemekle, cumhuriyetin itibarına kastetmenin ne ilgisi var. Bilakis bu işlemle Cumhur’a saygı ve cumhurun haklarının yerine getirilmesi söz konusudur. Sinan Bey bu işi CHP değil de DP yapmış olsaydı, düşünebiliyor musunuz neler yazılır, ne suçlamalar yapılırdı? Allah bilir Yassıada’da örtülü ödenek, köpek davası gibi mahkûmiyetler verilirdi. Ama CHP yapınca eylem birden meşru oluyor, hatta yine çevirip DP aleyhinde kullanılabiliyor. CHP’liler salonu terk etmiş, oylama yapılmış ve Menderes söz alıyor,
“Getirdiğimiz kanun nedir? Hazineden çalınan malların hazineye, millete iadesini istiyoruz. Bu kanun neden memlekette huzursuzluk yaratsın. Takrir-i Sükûn kanununu mu kabul ediyoruz? Darağaçları mı kuruyoruz? 1946 seçimleri yapılıyor da sizleri bu kararınızdan vaz geçirmeye mi çalışıyoruz? Eskiden ya Girit ya ölüm şeklindeki levhalarla mücadele edilirdi. Şimdi ise Halk partililer ya iktidar ya ölüm diye mücadele ediyorlar. Aslanlar gibi dövüşeceğiz size bunun hesabını soracağız diyorlar… BİZ HALK PARTİSİNİN MALLARINI HAZİNEYE İADE ETMEKLE ATATÜRK’Ü KALKAN YAPIYORLAR. SİZ BU GEREKÇE İLE ATATÜRK’Ü İTHAM EDİYORSUNUZ DİYORLAR. BİZ ATATÜRK’Ü BAŞIMIZIN TACI YAPMIŞIZ. BİZ ONU EN AZİZ HATIRA OLARAK MUHAFAZA EDİYORUZ. ATATÜRK MEMLEKETİ YOKTAN VAR EDEN BİR DEHADİR. BU MESELEDE GÜYA ATATÜRK’Ü BİZİMLE KARŞI KARŞIYA GETİRMEK İSTİYORLAR. Biz onun hatırasında milli tesanütü (uyumu) bulmaktayız. Onlar Atatürk’ün zamanında alınan makineleri İstanbul’a gönderip elden çıkarmışlar. ATATÜRK HALK PARTİSİNİ DÜŞÜNSEYDİ MALLARINI HALK PARTİSİNE BIRAKIRDI. HÂLBUKİ ATATÜRK ÇİFTLİKLERİNİ DEVLETE, DİĞER MÜLKLERİNİ KORUMAK İSTEDİĞİ ZEVATA, BİR KISMINI DA DİL TARİH KURUMUNA VERMİŞTİR…”
İlginçtir hazineye intikal eden CHP kullanımındaki devlet mallarının büyük bir kısmı, kısa bir süre sonra gençlik kuruluşlarının kullanımına verilmiş. Örneğin CHP İl Merkezi, Talebe Federasyonuna veriliyor. DP bu işi iyi niyetle yapmıştır ama CHP’nin, gençlik kuruluşlarını elde etme çabalarını görmemiştir. İlerde 27 Mayıs darbesi felaketine giden süreçte bu kuruluşlar aktif rol oynamışlardır.
Sayın Sinan Meydan gelelim Menderes’in sivil diktatörlük kurduğu suçlamasına. Lütfen elinizi vicdanınıza koyun ve akıl, mantık ışığında düşünün. Celal Bayar, Adnan Menderes eğer diktatör olsalardı, 27 Mayıs sabahı darbecilere kuzu gibi teslim olurlar mıydı? Dünyanın her yerinde asker kökenli olsun, sivil olsun diktatörler askerden, polisten hatta eğitimli bir takım sivil güçlerden muhafız kuvvetleri oluşturup onlarla birlikte çalışmazlar mı? Örneğin Saddam Hüseyin, Beşer Esad, Mussolini, Hitler, Stalin’e karşı 27 Mayıs gibi bir darbe yapılabilir miydi? Bunu gayet iyi bilen İnönü, Tahkikat Komisyonu ve Selahiyetler Kanununun tartışıldığı günlerde, Meclis’te şu cümleleri boşuna sarf etmemiştir. İnönü,
“Kore Başkanı Syngman Rehee  kurtuldu mu? Üstelik onun ordusu, polisi, memuru onun elindeydi. Hâlbuki sizin elinizde ne ordu, ne memur, ne üniversite, ne de polis var! Olur, mu böyle baskı rejimi? Muvaffak olur mu?...”
İnönü’nün şu sözleri bile kimin diktatör olduğunu kimin olmadığını açık seçik ortaya koyuyor. Bayar, Menderes’in elinde ne ordu varmış, ne polis, ne üniversite, ne de memur. O halde bunlar nasıl diktatörlerdir? İnönü’nün sözlerinden anlaşıldığına göre ordu da, polis de, memurlar da, üniversite de kendi elinde ve siz hala İnönü değil Menderes diktatördür diyorsunuz. Bu nasıl bir mantık çözen varsa beri gelsin.  Bakın rahmetli Menderes Yassıada Mahkemelerinde diktatörlük suçlamasına karşı neler demiş, kayıtlarda bulabilirsiniz,
“Dikta rejimine gidilmek istenirse en evvel bir kuvvete dayanmak ihtiyacı hâsıl olur. Silahlı kuvvetlerimizin en küçüğünden en büyüğüne kadar başında bulunan subay ve kumandanlarımızın bir teki ile dahi bu mevzuda bir araştırma ve anlaşma zemini hazırlayacak en küçük temas ve teşebbüs olmamıştır. Böyle bir şey olsaydı çoktan meydana çıkardı. Diğer taraftan İstanbul’daki üniversite olaylarının merkezi hükümet için ani ve sürpriz halinde vukua geldiği ve derhal idare-i örfiye (sıkıyönetim) ilanıyla vaziyeti ordumuza tevdi etmekte hiç gecikmediğimiz duruşmalar esnasında da müşahede buyurulmuş hakikatlerdendir…”
İdamla yargılanmasına rağmen sözlü savunması bile yaptırılmayan ve  gerekçesiz olarak idam kararı yüzüne okunan Maliye Bakanı rahmetli Hasan Polatkan’ın yazılı savunması sonradan ele geçirilmiştir. Savunmadan bir iki aktarım yapıyorum,
“-On binden fazla mevcudu bulunan İstanbul Üniversitesinde, talebenin 28 Nisan 1960 günü nümayiş yapacağı İstanbul valiliğince öğreniliyor. Üniversitenin bahçesinde heykel etrafında toplanan talebeyi dağıtmak için bir jeep içinde dört polis memuru gidiyor ve sonrada oradan kaçıyorlar. Hadisenin takdim şekli ile bu polis arasındaki gülünç hal meydanda. Böyle dikta polisi mi olur?
-Parti grubu 1955’de hükümeti istifaya mecbur bırakıyor ve hükümet düşüyor. Böyle bir dikta hükümeti olur mu?
-Muhalefet partisi ayaklanma metotları ile çalışabiliyor, muhalefet partisi lideri evinde 25 emekli generalle toplantı yaparak bunu matbuata aksettirebiliyor ve Meclis kürsüsünde ordunun, polisin, jandarmanın iktidarla beraber olmadığını da sözlerine ilave etmek suretiyle ihtilalden ve ihtilalin meşruiyetinden bahsederek konuşmalar yapabiliyor, bütün vatan sathı miting sahası haline gelebiliyor. İktidara karşı açıkça tebliğler neşir olunabiliyor. Böyle bir memlekette diktadan bahis olunabilir mi?
-Basın en ağır neşriyatı dilediği gibi yapabiliyor. Gazete ve mecmuaların bütün sayfaları sadece iktidarı hırpalamaya, ezmeye, iktidarı devirmeye hasır olunabiliyor. Basının baskı altında olduğu ileri sürülebilen 1959 yılında yapılan ve iktidara ateş püsküren yazılar yüksek huzurunuzda vesikalar diye okundu. Basının bu tarzda çalışabildiği yerde dikta vardır denir mi?
-Üniversite muhiti muhalif partinin faaliyet sahası oluyor, muhalefetin gençlik kolu teşkilatı öğrenciler arasında kol salıyor, muhalefete mensup kadınlar kolu teşkilatı evleri, sokakları, mahalleleri içine alarak teşkilatlanabiliyor. Muhalefetin bu militan kuvvetlerinin kongreleri, kapalı ve açık yer toplantıları ile diledikleri gibi çalışabiliyor ve bu partizanlar gençliğin masum hissiyatını dilediği gibi teşvik ve tahrik edebiliyor, olaylar yaratabiliyor. Böyle bir memlekette diktatörlükten, diktaya gidişten bahis olunabilir mi?
-Profesör okullarda din dersti konuldu diye Maarif Vekâleti aleyhine dava açabiliyor. Profesörler kürsülerinde ilmi tetkik ve siyasal iktidar olayını izah namı altında hükümet, iktidar ve Meclis aleyhinde konuşabiliyorlar. Muhalefet partisinden mebus iken seçilmeyip açıkta kalan profesörler tekrar fakültelerine dönüp kürsülerine oturabiliyorlar. Böyle bir memlekette diktadan, diktaya gidişten bahis olunabilir mi?
-Parti grubunda kürsüde konuşan bir mebusa müdahale eden bir başvekile diğer bir mebusun, 2sus da oturup dinle’ diye bağırıp başvekili susturabildiği, diktaya gidişin had safhası telakki edilen 1960’da parti grubunda mebusların acı ve sert konuşmalarına dayanamayan Başvekilin istifa ettiğini bildirerek kürsüden inerek salonu terk ettiği bir grup içinde diktaya gidişi desteklemekten, diktatörlükten bahis olunabilir mi?
-O rejimde (diktatörlüğü kastediyor) insanlar kendi evlerinin içinde konuşmaya korkarlar, kendi aile fertlerine bile itimat etmezler. Jurnaller, ihbarlar birbirini kovalar. Kimse o jurnallerin, ihbarların hakikat dereceleri ile alakalı değildir. İhbar olunan, alınıp götürülenler maddi ve manevi tazyik altında yapılan soruşturmalar, insanları hayattan bıktırır. İhanetler insanlığı öldürür.
-O rejimde iktidar, hükümet, Meclis aleyhine toplantı yapmak hayaldir. Kürsülerde ihtilal konuşmaları değil, rejim aleyhinde nazik bir tenkit bile muhaldir. O rejimde askeri bir disiplin hâkimdir. Muhalefet yoktur.
-Dikta rejimini benimsemeyenlerin yeri toplama kamplarıdır. Dikta idaresinde bilim adamı rejim aleyhine beyanat veremez, matbuatta rejim aleyhine yazı yazamaz, ilim adamı diktayı meth etmediği zaman vatanını terk mecburiyetinde kalır. Diktaların ideolojisi vardır. O ideoloji ilim, sanat, eğitim de dahil olmak üzere bütün sahalara şamildir. Diktatörler, içlerinde hissettikleri itimada ve iyi niyete güvenerek oturmazlar. Ya tamamen askeri kuvvete yahut hem askeri kuvvete hem de askerce teşkilatlandırılmış milis kudrete dayanırlar.
-Ey insaflı ve vicdanlı hâkimler. Şu tasvir ettiğim rejim, Türkiye’de 1950’den sonraki on yıllık rejim midir? Ve ben böyle bir rejimin tahakkuku için yardımcı mı oldum? Hayır, bin kere hayır…”
 Rahmetli Hasan Polatkan’ın bu akıl dolu savunması Yassıada mahkemelerinde yaptırılmadı. Salim Başol, Polatkan’ı celsenin son 10 dakikasında çağırıyor. Polatkan süre az savunmam yetişmez diyor. Başol’da kısa kes o zaman diye cevap veriyor. Polatkan idam ile yargılandığım bir davada savunmamı yapmayayım mı, diyor. Başol her zamanki kaba, sert, ürkütücü sesiyle, ‘zaten sen çok konuştun, yapmazsan yapma, geç yerine’ diyor ve savunma yaptırılmadan, gerekçe okunmadan Polatkan idama mahkûm ediliyor. Siz bu tür insanların sahneye çıktığı 27 Mayıs Darbesi felaketine devrim diyebiliyorsunuz.
Diktatör kelimesinin sözlükteki tanımı nedir? ‘Bütün siyasi yetkileri kendinde toplamış olan kimse, zorba’ Bu tanım krallık, Padişahlık, Şahlık, Çarlık gibi yönetimlere, Duçe, Fuhrer, şef gibi yöneticilere uymaktadır. Ama seçimle iktidara gelmiş, iktidarda iken iki seçim daha kazanarak iktidarını sürdürmüş, yönetimi esnasında muhalefetten emsali az görülür derecede sert, yıkıcı eleştiriler almış ve ülkeyi parlamenter bir rejimle yönetmiş bir iktidara, politikacılara bu tanım asla uymamaktadır. Yandaki zafer gazetesi 16 Mayıs 1960 tarihlidir. Menderes Eskişehir’de kendisini dinleyen, sevgi gösterileri yapan mahşeri bir kalabalığa, ‘YOLUMUZ SEÇİM YOLUDUR, SERBEST SEÇİM YOLUDUR’ diyor ve böylece seçimi ilan etmiş oluyor. Ama heyhat darbe 11 gün sonra alelacele tarihi öne alınarak yapılıyor. Bunu niye eleştirmiyorsunuz?
Sinan Bey daha önceki yazılarımızda Tahkikat Komisyonunun, dönemin 1924 Teşkilatı Esasiye Kanununun 22 maddesine ve içtüzük 177 maddeye göre oluşturulduğunu, dolayısıyla son derece yasal bir uygulama olduğunu belirttik. Hatta daha önceki Tahkikat Komisyonu önerilerinin adeta tamamının CHP’den geldiğini örneklerle anlattık. Vatan Cephesi uygulamasından önce CHP’nin Güç Birliği Ocakları’nı kurduğunu yani ocak bucak uygulamasını CHP’nin başlattığını örneklerle izah ettik. İspat Hakkı’nın 1949 yılında CHP yönetimi tarafından rafa kaldırıldığını, aynı şekilde Köy Enstitülerinin de işinin 1949-50 yıllarında CHP yönetimi sırasında bitirildiğini örneklerle izah ettik. Rahmetli Menderes’in, 1955’de grup toplantısında ‘Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz’ demediğini, bunun yerine ‘Sizi isterseniz Anayasa’yı bile değiştirebilirsiniz’ dediğini kaynak göstererek anlattık. Ama nafile siz kulaklarınızı bu gerçeklere tıkamış, 1960 ve öncesi dönemde DP’ye, Bayar ve Menderes’e savaş açmış, yalan haberlerle ülkeyi darbeye sürüklemiş bir basını ve darbecilerin kendilerini meşrulaştırmaya çalıştıkları anı kitaplarını belge olarak kullanıyorsunuz. Birazcık düşünseniz dersiniz ki, Menderes döneminde basın bunları yazdıysa demek ki, aşırı hürriyet vardı o zaman. Ama siz kafanızda yarattığınız ve kötü bellediğiniz hayali bir DP ve Bayar, Menderes imajını anlatıp duruyorsunuz. Eleştirileriniz mantıktan o kadar uzaklaşıyor ki, örneğin Atatürk’ü unutturmak için paralardan, pullardan Atatürk resimlerini çıkarıp kendi resimlerini koyanları, Atatürk büstlerini, heykellerini kaldıranları onun yerine kendi büstünü yaptıranı, Anıtkabir inşaatına gerekli tahsisatı çıkarmayıp sürüncemede bırakmak süretiyle, Atatürk’ün naaşını Etnografya müzesindeki köşesine terk edenleri en ufak bir şekilde eleştirmiyorsunuz. Buna karşılık eleştiri oklarınızı bu çarpık durumu düzelten, Atatürk resimlerini, büstlerini yerlerine yerleştirenleri, Anıtkabir inşaatını süratle bitirenleri ve Atatürk’ü saygıyla anıp, baş tacı edenlere, ‘Atatürk Hatırasına Saygı’ kanununu çıkartanlara çevirebiliyorsunuz. Size göre Bayar, Menderes’in yaptığı bu vefaya dayalı işler, sadece İnönü’yü ekarte etmek içinmiş, el insaf. Sinan Bey bir takım beyanatları, olayları sizin gibi cımbızla çekerek anlatmak çok yanıltıcı olur. Değerlendirmeler yapmak için daima olayların bütününe bakmak lazımdır. Benim sıkça kullandığım bir örnek vardır. Kuranı Kerim’in bir ayetinde ‘namaz kılmayın’ yazıyor. Tek başına bu cümle çok yanıltıcı sonuçlar verir. Zira bir üst ayete baktığınız zaman ‘içkili’ ifadesini görüverirsiniz. Ama siz işinize gelen cümleleri, beyanatları çekip çıkarıp kullanmışsınız. Ayrıca sadece darbecilerin anılarını, Menderes düşmanı Şevket Çizmeli gibi şahısların yazılarını okuyup, 1975 doğumlu siz 1960’daki olayları, insanları değerlendirip, onlar hakkında hüküm kesiyor ve mahkûm etmeye çalışıyorsunuz. Sürekli Menderes ve DP aleyhine yazılar yazıyorsunuz ve bir kerecik olsun o dönemi bizzat yaşamış olan bizler ile bir kelime konuşmuyorsunuz. Bu nasıl bir akademisyenliktir?     
Hasan Emre Oktay
Temmuz 2017, Fenerbahçe
(*) HASAN EMRE OKTAY Hakkında;
"H. Emre Oktay, 27 Mayıs 1960 darbesinde  13 yaşındaydı. İstanbul Emniyet Müdürü olan babası Faruk Oktay Yassıada'ya götürüldü. Darbe mahkemesinde idamla yargılanacaktı. Sonuçları önceden kararlaştırılmış olan kurgu mahkeme daha başlamadan Faruk Oktay'ın ölüm haberi geldi. Babasının hangi şartlarda öldüğünü, daha doğrusu öldürüldüğünü ortaya çıkarmak için Hasan Emre Oktay uzun yıllar uğraştı, araştırdı. H. Emre Oktay'ın kitabı, Yassıada ve darbe günlüklerinde yaşananları anlatıyor, büyük babam Celal Bayar, Adnan Menderes tüm DP milletvekillerinin götürüldüğü Yassıada'yı hissederek yazıya dönüştürüyor. Kendisine gönülden teşekkür ediyorum.”
Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali"
***
HASAN EMRE OKTAY
"1947 yılında İstanbul Kalamış'ta doğdu. 13 yaşında iken ailesi ile birlikte, 27 Mayıs 1960 Darbesinin ve destekçilerinin acımasız davranışlarına muhatap oldu. Darbe öncesi İstanbul Emniyet Müdürü olan babası Faruk Oktay Yassıada'da sorgulamalar sırasında öldü???
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü, ICS Fitness and Nutrition Cerification... Ruh sağlığı amaçlı fitness programları organize etti. Ege Seramik AŞ. Paşabahçe Tic. Ltd. gibi şirketlerde çalıştı, bir süre de serbest çalıştıktan sonra 1996 yılında SSK'dan emekli oldu. Bu tarihten itibaren tüm çalışmalarını sosyal psikoloji ve yakın tarihimize yöneltti. 27 Mayıs darbesi ile ilgili anılarını 'Yassıada' adlı kitabında topladı. 27 Mayıs ve Yassıada yaşantısının öykü-belgesel tarzında 'Adnan Menderes Nasıl Öldürüldü' adlı kitabında okuyuculara sundu. 1950-60 DP dönemini ve 27 Mayıs Darbesinin içyüzünü 'Yalanlar Aldananlar ve 27 Mayıs' kitabında irdeledi. Çeşitli dergilerde ve TV yapımlarında DP dönemi, 27 Mayıs, Yassıada ve yakın tarihimize psikolojik açıdan bakan programları yayımlandı. Ayrıca 'Kıbrıs Sorunu', 'Ermeni Sorunu' adlı kitapları yayımlanmıştır.
İç Mimar Ülkü Oktay ile evli olan H. Emre Oktay'ın Nimet Zeynep Oktay adında bir kızı vardır. Halen İstanbul Fenerbahçe'de oturmaktadır." 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder